Neslihan Perker
Prof.Dr. Aslı Kotaman tarafından kaleme alınan “Sanatın Erkeksiz Tarihi” isimli kitap, büyük yeteneklere sahip olan, çok etkileyici eserler vermiş, kişisel deneyimlerini yapıtlarına büyük bir yaratıcılık ve özgünlükle aktarmış ve yüzyıllarca gölgede kalmış kadın sanatçılarla tanışmamıza vesile oluyor. Bazı isimler bilinse de son zamanlarda biraz daha gün yüzüne çıksalar da Kotaman’a göre, sanat tarihi yazılırken kadınlar sadece unutulmadı; bilinçli bir şekilde dışarıda bırakıldı. Bugün bu hataları telafi etmek ve sanat tarihinin eksik yönlerini tamamlamak için büyük sorumluluğumuz olduğunu söylüyor.
Sanatın Erkeksiz Tarihi isimli kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz? Bu kitabı yazmaya karar vermem aslında kızımla başlayan bir sürecin sonucuydu. Yaklaşık altı yıl önce, kızımın anaokulunda düzenlenen bir resim sergisini ziyaret ettim. Bu sergide öğrenciler yıl boyunca ilham aldıkları sanatçıların eserlerini yeniden üretmişlerdi. Gözlerime inanamadım; birçok kız öğrenci Frida Kahlo'yu resmetmişti. Kızıma hangi ressamları sevdiğini sorduğumda kadın sanatçılar arasında yalnızca Frida'nın adını söylemişti. Bu durum bana pek de sürpriz olmadı; etrafımdaki diğer insanlara da benzer sorular sorduğumda gördüm ki kadın sanatçıların tanınırlığı gerçekten çok sınırlıydı. Sanat tarihinin kadın sanatçılara sistematik olarak uyguladığı bu “silik bırakma” stratejisi beni rahatsız etti ve gölgede bırakılan bu kadınları gün ışığına çıkarmak için bir adım atmaya karar verdim.
Sanat tarihinin yazımı, kadınların yalnızca unutuldukları için değil, sistematik olarak dışarıda bırakıldıkları bir süreç. Kitabımın ön sözünde de belirttiğim gibi, bu bilinçli bir dışlama ve yok sayma. Kadınların sanatta yokmuş gibi gösterilmeleri, tarih boyunca ataerkil bir gözlükle bakan sanat dünyasının bir sonucu. Gombrich’in Sanatın Öyküsü adlı kitabının ilk baskısında hiçbir kadın sanatçıya yer verilmemiş olması bu anlayışın en önemli göstergelerinden biri. Frida Kahlo, ancak altıncı baskıda eklenmiş. Bu kitabı yazarken de aslında Gombrich ve onun gibi tarih yazıcılarına "Bu kadın sanatçıların isimlerini de ekleyebilirdiniz" demek istedim. Bu süreç, benim için de oldukça öğretici oldu ve hâlâ bu alanda yazılacak çok hikâye olduğunu biliyorum.
Kitabınızda birçok kadından ve onların çok başarılı çalışmalarından bahsediliyor. Ayrım yapmak zordur ama sizi en çok etkileyen ilk üç isim kimdi ve neden? Bu soruya cevap vermek gerçekten zor çünkü her bir sanatçı kendi hikâyesiyle ve mücadelesiyle ayrı bir derinlik sunuyor. Ancak beni en çok etkileyen üç isim Louise Bourgeois, Charlotte Salomon ve Lee Krasner oldu. Louise Bourgeois'nin sanatı, onun travma ve hafıza ile olan kişisel hesaplaşmasının bir ifadesiydi. Eserlerinde, özellikle devasa böcek heykelleriyle, kadın bedenine ve korkuya dair çok güçlü temalar işledi. Bu eserler, izleyiciyi konfor alanından çıkararak yüzleşmeye davet eden bir etki yaratıyordu.
Charlotte Salomon ise hayatının dramatik öyküsünü bir sanat eserine dönüştürdü. Nazi Almanyası’nda hayatını kaybetmiş olmasına rağmen, geride bıraktığı resim serileriyle, kişisel deneyimini evrensel bir anlatıya taşıdı. Bu, sanatın hem bireysel hem de tarihsel bir tanıklık aracı olabileceğinin en güzel örneklerinden biri. Onun hikâyesi hem sanatıyla hem de yaşadıklarıyla beni derinden etkiledi.
Lee Krasner ise başka bir açıdan çok etkileyici. Jackson Pollock biliniyor, o bilinmiyor, adeta kendisini feda etmiş ve eşinin ölümünden sonra yeniden doğmuş. Kendi sanatsal kimliğini oluşturmak, onun için büyük bir mücadeleydi. Pollock’ın ölümünden sonra onun atölyesinde çalışmaya başladığında eserlerinde büyük bir dönüşüm yaşandı. Devasa tuvallerle çalışmak, Krasner için sanatıyla olan ilişkisini fiziksel bir mücadeleye dönüştürdü ve bu süreçte kendi tarzını çok daha özgün bir şekilde ifade etmeye başladı.
Bu isimler günümüzde gereken bilinirliliğe kavuşabildiler mi?
Ne yazık ki bu soruya "evet" demek zor. Louise Bourgeois gibi bazı sanatçılar son yıllarda daha fazla ilgi görmeye başladı, ancak Charlotte Salomon ve Lee Krasner gibi sanatçılar hâlâ yeterince tanınmıyor. Louise Bourgeois’nin eserleri, özellikle son yıllarda feminist sanat çevrelerinde ve büyük sergilerde hak ettiği değeri buldu. Bununla birlikte, Charlotte Salomon gibi isimler, hayatlarının dramatik yönlerine rağmen sanatsal derinlikleriyle yeterince görünür değiller. Benzer şekilde, Artemisia Gentileschi de son yıllarda yeniden keşfedilen ve hak ettiği takdiri görmeye başlayan sanatçılar arasında. 17. yüzyılda yaşamış olmasına rağmen, erkek egemen bir dünyada kadınların sesini duyuran nadir sanatçılardan biriydi. Gentileschi’nin eserleri, özellikle kadınların yaşadığı acıları ve mücadeleleri gözler önüne seren güçlü imgelerle dikkat çekiyor. Ancak, uzun yıllar boyunca sanat dünyasında adı gölgede kaldı ve eserleri, kendi dönemine ait erkek sanatçılar kadar değer görmedi. Şimdi bile, Gentileschi gibi isimlerin önemi anlaşılıyor, ancak bu süreç çok yavaş ilerliyor.
Bir diğer örnek de Camille Claudel. Claudel, heykeltıraş Auguste Rodin'in öğrencisi ve sevgilisi olarak tanındı ve bu ilişki onun sanatsal kimliğini hep gölgede bıraktı. Oysa Claudel'in kendi başına çok güçlü bir sanatçı olduğu ve heykellerinin oldukça yenilikçi bir yaklaşım sergilediği daha sonra anlaşılmış olsa da onun eserleri yıllarca unutuldu ve sanat dünyasında hak ettiği yeri bulamadı. Günümüzde, eserleri bazı büyük sergilerde yer alsa da Claudel’in yeteneği hâlâ geniş kitleler tarafından yeterince bilinmiyor.
Hilma af Klint de modern soyut sanatın öncülerinden biri olarak kabul edilse de çalışmaları ancak 21. yüzyılda hak ettiği değeri bulmaya başladı. Oysaki, af Klint, Kandinsky ve Mondrian gibi soyut sanatın babalarından çok önce bu tarzda eserler üretiyordu. Ne var ki, kadın olduğu için soyut sanatın gelişimine olan katkıları uzun süre görmezden gelindi ve sanat tarihinin yazımında yer bulamadı. Bu örnek de kadın sanatçıların sanat tarihine olan etkilerinin neden görünmez kaldığına dair güçlü bir örnek.
Sanat dünyasında kadınların katkılarını daha görünür kılma konusunda bazı ilerlemeler kaydedilmiş olsa da bu ilerleme yetersiz ve hâlâ yapılması gereken çok şey var. Bu, bir yandan kadın sanatçıların daha fazla tanıtılması ve sanat galerilerinde onlara daha fazla yer verilmesiyle, diğer yandan ise sanat tarihinin yeniden yazılmasıyla mümkün olabilir.
Kadınların sanatında erkeklerden farklı olan, sizin dikkatinizi çeken bazı detaylar var mı? Kadınların sanatında dikkate değer bir fark, genellikle kişisel deneyimlerin ve beden temsillerinin daha doğrudan ve cesur bir şekilde işlendiği. Kadın sanatçılar, bedenleri ve duygusal dünyaları üzerinden özgün ve samimi bir anlatım dili oluşturuyorlar. Bu da onların eserlerine derin bir samimiyet ve kişisel bir dokunuş katıyor. Örneğin, Louise Bourgeois’nin eserlerinde kendi travmaları ve anılarına sıkça yer verdiğini görüyoruz; bu eserler, izleyiciyi hem rahatsız eden hem de düşündüren bir etki yaratıyor. Aynı zamanda, kadın sanatçıların çoğu zaman toplumsal cinsiyet normlarıyla hesaplaştıklarını ve bu normları sanata taşıyarak sorguladıklarını fark ediyorum. Bu, onların eserlerine hem kişisel hem de politik bir boyut kazandırıyor.
Kadın sanatçıların eserlerinde gündelik hayatın, sıradan anların ve kişisel hikâyelerin sanatsal bir değere sahip olduğunun altı çiziliyor. Bireyin iç dünyasına, sıradan ama derin anılara ve gündelik hayatın karmaşıklığına yöneliyorlar. Bu, onların eserlerinde farklı bir estetik ve anlatım tarzı yaratıyor. Ayrıca, kadınların sanatında, özellikle beden temsillerinde, doğrudanlık ve özgünlük daha fazla hissediliyor; bu da sanatın içsel bir yolculuk olduğunun bir kanıtı gibi.
Son yıllarda sanatta yaşanan önemli bir dönüşüm, kim olduğumuzun sanatımıza nasıl yansıdığı üzerine odaklanıyor. Kadın sanatçılar, kişisel hikâyelerini eserlerine dahil ederek, otobiyografik ve bireysel deneyimleri sanatsal üretimlerinin merkezine koyuyorlar. Bu sadece plastik sanatlarla sınırlı değil; edebiyat ve sinemada da benzer bir eğilim görüyoruz. Özellikle "otofiction" gibi türlerin popülerlik kazanması, kadınların hem edebiyat hem de film aracılığıyla kişisel deneyimlerini ifade etmelerine ve bunu toplumsal bir bağlama oturtmalarına olanak tanıyor.
Kadın sanatçılar için kişisel olanın politik olduğunu savunmak sadece feminist söylemin değil, aynı zamanda sanatsal pratiğin de bir parçası haline geldi. Sanatta bireysel deneyimleri, kişisel travmaları ve sıradan anıları cesurca anlatabilmek, kadınların hem kendi içsel yolculuklarını hem de toplumsal bağlamda var olma mücadelelerini ifade etmelerinin bir yolu. Bu bağlamda, kadın sanatçılar, bireysel hikâyelerden yola çıkarak geniş kitlelere hitap eden, evrensel bir dile sahip eserler yaratıyorlar. Bu da onların sanatını, sıradan olanın derinliğiyle, kişisel olanın evrenselliğiyle harmanlayan özel bir konuma getiriyor.
Şu anda kadınların sanat dünyasındaki yeri hakkındaki düşünceleriniz nedir?
Kadınların sanat dünyasındaki yeri son yıllarda elbette güçlendi, ancak bu ilerlemenin hâlâ yavaş ve çeşitli engellerle dolu olduğunu söylemek zorundayım. Kadın sanatçılar daha çok sergileniyor, daha fazla ödül alıyor, ancak sanat dünyasının hiyerarşisi ve cinsiyetçi yapıları hâlâ kadınların ilerlemesini engelliyor. Kadın sanatçılar olarak birbirimize destek olmak, görünürlüğümüzü artırmak ve sanatta yer bulmak için çabalarımızı sürdürmek çok önemli. Sanat tarihi yazılırken kadınlar sadece unutulmadı; bilinçli bir şekilde dışarıda bırakıldılar. Bugün bu hataları telafi etmek ve sanat tarihinin eksik yönlerini tamamlamak için büyük bir sorumluluğumuz var.
Sanat dünyasında kadınların hak ettiği yerin verilmemesi, kadın sanatçıların topluma ve tarihe mal edilmemiş olmalarının sonucudur. En bilinen kadın sanatçılar — Frida Kahlo, Georgia O'Keeffe, Louise Bourgeois, Yayoi Kusama, Cindy Sherman, Marina Abramović ve Artemisia Gentileschi — kadın sanatçılar alanındaki tüm tanınırlığın neredeyse yüzde 90'ını alıyor. Bu demek değil ki bu sanatçılar hak etmedikleri bir üne sahip; aksine, onların işleri büyük önem taşımakta ve sanat dünyasında devrimci bir yer tutmaktadır. Ancak bu, sanat dünyasının genelinde sistemin ne kadar eşitsiz işlediğinin de bir göstergesi. Birkaç isim etrafında dönen bu tanınırlık, diğer kadın sanatçıların katkılarının gölgede kalmasına neden oluyor ve bu da toplumsal cinsiyet eşitliği için bir engel teşkil ediyor. Kadın sanatçılar hem bireysel hem de kolektif düzeyde karşılaştıkları engelleri aşarak kendi yollarını açıyorlar. Bugün, sanat dünyasında kadınların görünürlülüğünü artırmak adına büyük sergiler düzenleniyor, kitaplar yazılıyor ve daha fazla araştırma yapılıyor; fakat bu çabaların hâlâ yetersiz kaldığı ortada. Örneğin, Louise Bourgeois’nin travma ve hafızaya dayalı işleri son yıllarda daha fazla ilgi görmüş olsa da aynı dönemde yaşamış ve eserleri büyük etki yaratmış olan Charlotte Salomon ya da Lee Krasner gibi sanatçılar hâlâ yeterince tanınmıyor. Sanat dünyasında kadınların seslerini duyurabilmeleri için bu tür örneklerin çoğaltılması ve daha fazla kadın sanatçının hikâyesinin görünür hale getirilmesi gerekiyor.
Sanat dünyasındaki cinsiyetçi yapılar yalnızca kadın sanatçıların eserlerinin görünürlüğünü sınırlamakla kalmıyor, aynı zamanda bu sanatçıların ekonomik olarak da sürdürülebilir bir kariyere sahip olmalarını zorlaştırıyor. Sanat piyasasında kadınların eserlerinin, erkek sanatçılarınkine kıyasla daha düşük fiyatlarla satıldığı bilinen bir gerçek. Bu durum, kadınların sanata katkılarını ekonomik olarak da değersizleştiren bir engel olarak karşımıza çıkıyor. Kadın sanatçılar olarak bu durumla mücadele etmek, yalnızca sanat dünyasında değil, toplum genelinde de daha adil ve kapsayıcı bir kültür yaratmanın anahtarı olabilir.
Bu yüzden birbirimize destek olmak, birlikte tarihi yeniden yazmak gerekli. Bu, sadece sanat adına değil, toplumsal cinsiyet eşitliği adına da büyük bir önem taşıyor. Sanat tarihini yeniden yazmak, kadınların ve erkek olmayanların bu alandaki katkılarını hak ettikleri şekilde takdir etmek, sanat dünyasının geleceği için kritik öneme sahip. Bu tür çalışmalar, sanat dünyasında daha kapsayıcı bir perspektif yaratılmasına ve sanatın toplumsal etkisinin daha da genişlemesine olanak sağlayacaktır.