Kusur, görenindir…

Kusur, görenindir…

Kusurlarınızın, benzersizliğiniz ve özgünlüğünüz olduğunu hiç düşünmüş müydünüz? Otantik benliğinizi ortaya koymak için onlarla barışmaya hazır mısınız? “Kusur İmzadır Kusursuzluk Bir Yalan!” isimli kitabıyla, kendimizi yeniden çok sevmemize vesile olan araştırmacı yazar Melis Bozkurt, Antigoni6’in sorularını cevapladı.


Her kusur gerçekten imza mıdır? Çünkü bazen kusur denilen bazı şeyler, yaşamda kişiye ve başkalarına sıkıntı da yaratabiliyor. Kusurun bir imza olması için bazı “özellikleri” olması gerekiyor mu?

Her kusur, kesinlikle bir imzadır. Çünkü kusurlarımız, bizi diğerlerinden ayıran, bizi biz yapan özel niteliklerdir. Kusurlar, kişiliğimizin ve yaşam deneyimlerimizin izlerini taşıyor. Her insanın kusuru farklıdır ve bu farklılıklar, bizim benzersizliğimizin ve özgünlüğümüzün bir parçasıdır diye düşünüyorum. Elbette, bazı kusurlar yaşamda zorluklar yaratabilir. Ancak bu zorluklar, aslında bizim büyümemizi, gelişmemizi ve daha güçlü bireyler olmamızı sağlayan deneyimlerdir. Sadece bakış açımızı değiştirmeliyiz. Bir kusurun imza olması için onunla barışık olmalı ve onu anlamalıyız. Kusurlarımızı kabul ettiğimizde, nasıl başa çıkacağımızı öğrendiğimizde, onları güçlü yanlarımız haline getirebiliriz. Kendimden örnek vereyim. Benim çok duygusal olduğumu söyler yakın çevrem... Onlara göre, aşırı duygusal olmak bir kusur olarak görülebilir, ancak benim düşüncem, duygusal biri olmak aynı zamanda derin bir empati ve anlayış yeteneği sağlar. Bu ve bunun gibi başkalarının sizde kusur olarak gördüğü özellikler, bizi diğer insanlardan ayıran ve ilişkilerimizde derin bağlar kurmamızı sağlayan bir imza haline gelebilir. Sonuç olarak, kusurlarımız bizim kimliğimizin bir parçasıdır ve her biri bir imzadır. Kusurlarımızı sevip, onlardan ders aldığımızda, kendimizi daha iyi tanır ve özgün kimliğimizi oluştururuz. Modern çağda, benzerliklerin ve tekrarların hâkim olduğu bir dünyada özgünlüğümüzü korumak elbette zordur. Ancak, özgün bir kişiliğe sahip olmak, yani kendi otantik benliğimizi ortaya koymak, günümüzün hızla değişen ve birbirine benzeyen yaşam tarzları arasında paha biçilemez bir değere sahiptir. Bireyselliğimizi, düşüncelerimizi ve hislerimizi özgürce ifade edebilmek, sadece kendimizi değil, çevremizi de zenginleştirir. Bu özgünlük, bizi sıradanlıktan kurtararak, kendimize ve başkalarına ilham verme gücünü taşır. Herkesin benzer kalıplara uyduğu bir dünyada, özgün olmak gerçek anlamda bir cesaret ve değerdir.

Toplumumuzdaki benlik algısı nedir?

Türkiye’deki benlik algısı hem Doğu hem Batı kültürlerinin etkisiyle şekillenmiş, oldukça karmaşık bir yapıdadır. Bir yandan aile ve topluluk bağları çok güçlüdür, insanlar kendilerini genellikle bu sosyal çevrelerin bir parçası olarak tanımlar. Geleneksel değerler hâlâ çok önemli ama aynı zamanda modernleşme ve Batılı yaşam tarzları da hayatımızda yer buluyor. Eğitim ve ekonomik durum da benlik algısını ciddi şekilde etkiliyor; daha eğitimli ve ekonomik olarak daha iyi durumda olanlar daha bağımsız ve bireyselci olabiliyor. Din ve inanç da büyük bir rol oynuyor; birçok kişi kimliğini dini değerlerle tanımlıyor. Toplumsal cinsiyet rolleri, erkekler ve kadınlar için belirli beklentiler oluştururken, küreselleşme ve medya da bireylerin kendilerini ifade etme biçimlerini etkiliyor. Kısacası, Türkiye’deki benlik algısı, gelenek ve modernlik, kolektivist ve bireyselci yaklaşımlar arasında bir denge kurmaya çalışıyor.

Türk toplumu kusursuzluğa neden bu kadar takıntılı?

Türk toplumu, tarihsel ve kültürel köklerinden gelen bir mükemmeliyetçilik anlayışına sahip. Bu takıntının birkaç nedeni var. Birincisi, toplumsal baskı ve başkalarının ne düşündüğüne fazla önem verme durumu. İnsanlar, çevrelerindeki kişiler tarafından kabul görmek ve takdir edilmek için kusursuz görünmeye çalışıyor. İkincisi, aile yapısının ve geleneksel değerlerin güçlü olması. Aile içinde, çocukluktan itibaren yüksek beklentilerle büyütülen bireyler, başarı ve mükemmellik peşinde koşuyor. Ayrıca, eğitim sisteminde de başarıya verilen önem, bu takıntının artmasına neden oluyor. Son olarak, sosyal medyanın etkisi de büyük; herkes en iyi hallerini sergileyerek bir yarış içine giriyor. Ve işin kötü yanı gerçekle, gerçek olmayan görüntüler birbirine geçmiş durumda. Gerçeklik algımız kalmadı. Bu nedenlerle, Türk toplumu kusursuzluğa ulaşma çabası içinde, kusurlarını gizlemeye ve mükemmel görünmeye çalışıyor. İçi boş ama dışarıdan mükemmel görünen hayatlarla…İçsel olarak kendini beslemeyi değil tamamen dış görüntüsünü beslemeye odaklı yaşantı sürüyor.

Ülkemizde kusur gibi görünen bir özelliğin, sonradan olumlu bir özelliğe dönüştürülmesi konusunda ne kadar becerikliyiz?

Ülkemiz bu konuda aslında oldukça becerikli. Bizler, zor durumlarda pratik çözümler üretme konusunda yetenekliyiz ve bu da kusurları avantaja çevirmemizi sağlıyor. İnsanımızın yaratıcılığı ve uyum sağlama yeteneği çok yüksek. Kusurlarımızı kabul edip, onları güçlü yanlara dönüştürmeyi biliyoruz. Elbette, bu süreçte eğitim ve destek önemli ama genel olarak zorlukları fırsata çevirme konusunda gerçekten başarılıyız. Türk insanının azmi ve direnci, bu beceriyi daha da pekiştiriyor.

“Doğa mükemmel şekilde kusurludur ve bu yüzden çok güzeldir” diyorsunuz kitabınızda. Tabiata bütün olarak bakıldığında bu güzelliği hemen algılıyor ruhumuz. Ama insan söz konusu olduğunda bu neden daha zorlaşıyor?

Doğaya baktığımızda, kusurların bir bütünün parçası olduğunu ve bu bütünün güzelliğini artırdığını kolayca görebiliyoruz. Bir ağaçtaki eğri dal, bir dağdaki yamuk zirve, hepsi doğanın mükemmelliğini oluşturuyor. Ancak insan söz konusu olduğunda, toplumsal normlar, beklentiler ve mükemmellik standartları devreye giriyor. Biz insanlar, başkalarının kusurlarına karşı daha eleştirel olabiliyoruz çünkü toplumsal olarak belirlenen ideal kalıplar var. Medya, sosyal çevreler ve kültürel değerler, kusurlarımızı gizlememiz ve mükemmel görünmemiz gerektiği mesajını veriyor. Bu nedenle, insan kusurlarını doğal bir güzellik olarak algılamak daha zorlaşıyor. Aslında, tıpkı doğada olduğu gibi, insandaki kusurlar da onun benzersizliğini ve güzelliğini oluşturur. Ancak, bu bakış açısını benimsemek, toplumun dayattığı mükemmeliyetçi bakış açısını sorgulamak ve kabullenmekle mümkün olabilir. Kusurlarımızı kabul edip, onlarla barıştığımızda, insanın doğadaki gibi kusurlarıyla güzel olduğunu daha net görebiliriz.

İnsanlar kusursuzluğun peşinde… Hatta Dismorfofobi özellikle sosyal medyanın da pompalamasıyla had safhaya ulaştı. Bunun çok hastalıklı bir boyutta olduğu aşikâr. Fakat bir taraftan da Antik Çağlardan itibaren “güzellik” “kusursuzluk” algısı her şeye yansımış durumda. Heykellerden, tablolara kadar… Ya da eski Yeşilçam filmlerinde “şişman kız” hep dalga geçilen bir unsur, sevgi, şefkat, aşk, fedakârlık gibi “ulvi” duyguların olduğu yapımlarda üstelik … Bizim farkında olmadığımız ama tarihin kusursuz olmak için bilinçaltımıza “zaten yüzyıllardır” dayattığı iki yüzlü bir algı mı var? Yoksa şimdiki “kusursuzluk” hali, herkesin teknoloji sayesinde iyi görünebilme özgürlüğünü kullanarak, dünya tarihine karşı kolektif bilinçaltıyla aldığı bir intikam psikolojisi mi?

Güzellik ve kusursuzluk algısı, Antik Çağlardan beri sanattan günlük yaşama kadar her yerde karşımıza çıkıyor. Heykeller, tablolar ve eski filmler, bize belirli bir güzellik standardı dayatmış. Bu algı, kültürel ve sosyal normlarla şekillenmiş ve bilinçaltımıza işlenmiş. Günümüzde sosyal medya ve teknolojiyle bu durum daha da karmaşık hale geldi. Herkes, filtreler ve dijital düzenlemelerle mükemmel görünme çabasında. Bu da erişilemez güzellik standartları yaratıyor ve insanlar kendi doğal hallerinden memnun olmuyor. Dismorfofobi, bu durumun en uç noktası. Belki de bu durum, geçmişten gelen güzellik ideallerine ulaşma baskısının teknolojiyle birleşmesinden kaynaklanıyor. İnsanlar hem bu ideallere yaklaşmak istiyor hem de teknolojinin sunduğu araçlarla bu baskıya karşı koymaya çalışıyor. Ancak bu çaba, psikolojik sorunlar ve memnuniyetsizlikler yaratıyor. Şunu söyleyebilirim, tarihsel ve günümüz koşullarının yarattığı bu baskıları anlamak ve özgürleşmenin yollarını aramak çok önemli.

“Kişisel Gelişim Endüstrisi” hakkında yorumunuz nedir?

Kişisel gelişim, kendimizi daha iyi tanımak ve yeteneklerimizi geliştirmek adına oldukça değerli. Ancak, bu sürecin bazı zararları da yok değil. Özellikle bu endüstrinin sürekli “daha iyi” olma baskısı, insanları mükemmellik arayışına sürüklüyor. Bu da kendimizi sürekli yetersiz hissetmemize neden olabiliyor. “Toksik bir pozitif olma hali” dayatıyorlar bize. Şu an insanlar sürekli pozitif ve mutlu olmak zorunda hissediyor. Bu gerçekten çok ciddi bir anksiyete ve ruhsal yorgunluk yaratıyor. Sanki ruhsal bir pandeminin içine çekiliyormuşuz gibi…Ve kişisel gelişim sürecini en kötü etkileyen Dijital Dünyamız; sosyal medyanın etkisiyle, herkesin en iyi versiyonunu sergilediği bir dünyada yaşıyoruz. Bu da kendimizi başkalarıyla karşılaştırmamıza ve gerçekçi olmayan standartlara ulaşmaya çalışmamıza yol açıyor. Bu tür bir baskı, stres ve kaygıyı artırıyor. Kendi hızımızda ilerlemek yerine, toplumun dayattığı hızda ve yönde hareket etmeye çalışıyoruz. Ayrıca, kişisel gelişim sürecinde zaman zaman kendimize aşırı yüklenebiliyoruz. Her şeyi mükemmel yapma çabası, tükenmişlik hissi yaratabilir. Kendi potansiyelimizi gerçekleştirmeye çalışırken, bu sürecin keyfini çıkarmayı ve kendimizi olduğu gibi kabul etmeyi unutabiliyoruz. Kısacası, kişisel gelişim önemli ve değerli, ancak bu süreçte dengeli olmak, gerçekçi hedefler belirlemek ve kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek elzem. Aksi halde, bu süreç bize fayda yerine zarar getirebilir.

Bir kişinin kusurlarıyla birlikte kendindeki potansiyeli en iyi şekilde ortaya koyabilmesi için nasıl bir farkındalık süreci gerekiyor?

Önce kendini tanıması lazım. Bu, biraz içe dönüp, “Ben neyim, ne değilim?” diye düşünmekle başlar. Kendine karşı dürüst olmak hem güçlü yanlarını hem de zayıf yönlerini kabullenmek önemli. Kimse mükemmel değil, bu yüzden kusurlarımızı kabul etmek ve onlarla barışmak gerekiyor. Kusurlarını kabul ettikten sonra, “Peki ben neyi iyi yaparım?” diye düşünmek lazım. Herkesin bir yeteneği, bir güçlü yanı vardır. Bunları keşfetmek ve üzerine gitmek önemli. Sonra, bu güçlü yanlarını nasıl daha iyi kullanabileceğini ve hangi hedeflere ulaşmak istediğini belirlemelisin. Bu hedefler, senin için anlamlı ve ulaşılabilir olmalı. Altını çizerek söylemek isterim ki; bu yolda yalnız yürümek zorunda değilsin. Çevrenden destek almak, bir mentor veya koçla çalışmak çok faydalı olabilir. İhtiyacın olduğu alanlarda kitaplar okumak da çok faydalı. Her şey bir anda mükemmel olmayacak ama zamanla ilerleme kaydettiğini göreceksin. Son olarak, kendimize iyi bakmayı unutmamalıyız. Fiziksel ve zihinsel sağlığımızı ihmal etmemeliyiz, çünkü bu süreçlerde kendimize karşı sevgi ve şefkat göstermek de en az diğer adımlar kadar önemli.

Kitabımdan bir söz:

“Hikâyesi olan bir kusur, kusursuzdur.”

Hikâyesi olan bir kusur gerçekten kusursuzdur çünkü o kusur, yaşanmışlıkların, deneyimlerin ve derslerin bir sonucudur. İnsanlar kusurlarıyla, hatalarıyla ve zorluklarıyla büyür, olgunlaşır. Her kusurun ardında bir hikâye yatar; belki alınan önemli bir derstir, belki de geçirilen zor bir dönemin izidir. Bu hikâyeler, bizi biz yapan, benzersiz kılan özelliklerimizdir. Kusurlarımız, yaşadıklarımızın ve öğrendiklerimizin birer yansımasıdır ve bu yüzden onları kabul etmek, sevmek ve onlardan gurur duymak gerekir. Kusurlarımızla barışık olduğumuzda, onların aslında ne kadar değerli ve özel olduğunu fark ederiz. İşte bu yüzden, hikâyesi olan bir kusur, kusursuzdur.

← Daha Eski Gönderi Daha Yeni Gönderi →

Yorum bırakın

Kişisel Gelişim

RSS

Etiketler

Rezonans ile Kader Yeniden Yazılır mı?

Rezonans ile Kader Yeniden Yazılır mı?

“Kader Cesurları Sever” söylemini “Rezonans” isimli kitabının kapağında da vurgulayan Binnur Duman, “alın yazısı” kavramına bambaşka bir perspektiften bakıyor ve özellikle son yıllarda çok ilgi...

Devamını oku
İlişkileri Kıyamete Götüren Dört Atlı ile Tanışın!

İlişkileri Kıyamete Götüren Dört Atlı ile Tanışın!

Dünya tarihinin en önemli konularından biri şüphesiz ki ilişkiler. Birbirinden farklı ülkelerde John ve Julie Gottman tarafından yapılan araştırmalar sonucunda, birliktelikleri zora sokan “dört atlı”...

Devamını oku