İlişkileri Kıyamete Götüren Dört Atlı ile Tanışın!
Dünya tarihinin en önemli konularından biri şüphesiz ki ilişkiler. Birbirinden farklı ülkelerde John ve Julie Gottman tarafından yapılan araştırmalar sonucunda, birliktelikleri zora sokan “dört atlı” olduğu tespit edilmiş ve bunların her biri için de bir panzehir bulunmuş. Gelin görün ki Türkiye’de ve Japonya’da bu dört atlının sayısı 7’ye çıkıyor! Bizde mevzu iyice karışık anlayacağınız. Konuyu detaylıca öğrenmek için Çocuk Gelişimi Uzmanı ve Aile Danışmanı Benan Özan ile bir araya geldik.
Mahşerin Dört Atlısı, Hristiyanlıkta kıyamet alameti olarak ortaya çıkacağına inanılan dört atlı için tanımlanan isim. İlişkilere entegre edilmesi ise John ve Julie Gottman tarafından gerçekleşmiş. John matematikçi, Julie ise klinik psikolog. İkili, önce kendi ilişkilerindeki sorunları çözmeye çalışırken, merakları neticesinde bir araştırma laboratuvarı kurmuşlar ve adına da “aşk laboratuvarı” demişler. Yıllarca bunu birçok ülke noktasında değerlendirerek, çiftleri izlemişler. Hem ilişkisinde problem yaşayanlara destek olmuş hem de “güçlü ilişki” var mı, yani; “bir yastıkta kocayın” tanımı veya masallarda anlatılanlar gerçek mi diye araştırmaya başlamışlar.
Bu süreçte çiftler üzerinde kapsamlı bir araştırma yapmışlar… Nabızlarını ölçüp, kalp ritimlerine, şeker-tansiyon oranlarına bakarak, beden dilini, jest ve mimikleri analiz etmişler. Çiftler tartışırken, birbirlerine “söylemedikleri” şeylerle nasıl bir mesaj verdiklerini belirlemeye çalışmışlar. Bunu bütün ilişki türlerinde -heteroseksüel, homoseksüel, açık ilişki- deneyimleyerek ortaya bir gerçeklik koymuşlar, adına da “mahşerin dört atlısı” demişler.
İşte O Atlılar:
Çocuk Gelişimi Uzmanı ve Aile Danışmanı Benan Özan, bu “dört atlı” ile ilgili bize geniş bilgiler verdi:
“Genellikle kavga etmek ilişkiyi yorar, çatışmayalım vs. denir. Halbuki, çatışma hayatın gerçeğidir ve üretmemizi de sağlayan bir döngüdür. Ergenlik dönemindeki bir gencin sağlıklı bir gelişim göstermesi açısından ailesiyle çatışabilmesini isteriz. Bir ergen çatışmak yerine, daha itaat noktasındaysa asıl o zaman sıkıntılı bir durumdur bizler için… Çatışmamak, işin yanlış bilinen fantezilerinden biri. Çatışmanın sıklığı veya yoğunluğu belirlemiyor ilişkinin güçlü olan tarafını, kişilerin ‘nasıl çatıştığı’ belirliyor. İlişkiyi kıyamete sürükleyen dört atlı var; bunlardan biri eleştiri. Her ne kadar kişisel gelişimin içerisinde veya yaşamda ‘hayatta pozitif eleştiriler de var’ denilse de bu aslında ilişki doğasında çok kabul edilebilir bir şey değil. Eleştirinin iyisi ve kötüsü yok; eleştiri, eleştiridir. Özellikle olumsuz bir duygulanım devreye girdiğinde en hızlı çalınan kapı orası. Bir mevzuyu çözmek için diyalog devreye girdiğinde, olumsuz duyguyu ortaya koymak isteyen partner, bunu eleştiri olarak gündeme getirebiliyor. Sen yapıyorsun, ediyorsun, dinlemiyorsun, şöylesin, böylesin diye kelimelerle biten söylemlerin hepsi bu bahsettiğimiz duruma dahil… Tabii bunun panzehiri de bulunuyor. Tüm ilişki türlerinde tespit edilen bu sorunların, nasıl olumlu bir hale dönüştürülebileceğinin çözümünü buluyoruz terapilerimizde. Bu tip durumlarda önemli olan ‘ben durumdan rahatsızım, senden değil’ halini aktarabilmek. Çözüm kişiden ziyade, durumla ilgili şikâyette bulunmak ve bunu yumuşak bir şekilde aktarmak. O zaman karşı taraf, ‘partnerimin rahatsız olduğu bir gerçeklik var, ben bu durumla nasıl ilgilenebilirim?’ noktasında konuyu algılayıp, değerlendirmeye başlıyor.
Bir diğer atılımız ise savunma…Eleştirinin geldiği yerde, otomatik olarak gelen bir diğer atlıdır. Ne kadar evrimleşsek de duygularımızla, tepkilerimizde ilkel tarafımızı da taşıyoruz. Bu tip durumlarda beyne tehlike mesajı gittiğinden, ilk yapılan şey savunmaya geçmek. ‘Sen böyle…böyle yapıyorsun’ dediğinizde, karşınızdaki kişi ‘ben öyle yapmıyorum… sen de böyle böyle yapıyorsun’ diyerek başka başka durumlardan şikayetlerini ortaya dökmeye başlar. Yapılan eleştiri, karşı tarafta ‘savunma atlısı’nı doğuruyor. Senin savunma atlın, beraberinde bana eleştiri atlısını getiriyor. Atlılar koşturuyor… Bunun panzehiri ise sorumluluk almak. Diyalogların sürebilmesi için çatışmaların yönetilebilmesi gerek. Bu döngünün içinde en küçük sorumluluğu dahi alarak geribildirim yapıldığında, karşı tarafta ‘beni duydu, anladı, sorumluluk aldı’ algısı oluşuyor. Bahsettiğimiz yaklaşım, konunun tüm yükünü üstlenmek, her şeyin sorumluluğunu almak değil; çatışma anında ‘sen bazı şeylerden rahatsız olmuşsun, bunu düşüneceğim, başka bir gün daha sakince konuşalım vs.’ gibi yaklaşımlarda bulunabilmek. Eğer süreç bu şekilde ilerlerse diyalog su gibi akıyor, çözümler bulunabiliyor. Aksi türlü, mevzular daha karmaşık bir hal alıyor.
Bir diğer atlı ise aşağılamak. Özellikle bizim kültürümüzde oldukça baskın olan ve çok zorlandığımız bir yaklaşım. Biz duygularımızı çok bastıran, içeride büyük büyük yaşayan ve bununla da övünen bir yapıya sahibiz. Duygularımızı serbest bırakmadığımız için aşağılamayı çok gizli, üzeri örtülü hamlelerle yapıyoruz. Aşağılamayı sözel olarak çok duyabileceğimiz gibi aslında daha çok gözlemlediğimiz; zor yakalanan ve ilişkide olan kişinin çok çabuk algılayıp, ne yapacağını bilemediği, yetersiz, çaresiz hissettiği ‘beden dili’ ile gelen aşağılama. Jest ve mimiklerin çok detayı var. Biz çiftlerin ilişkilerini değerlendirirken, tartışma anlarının 10 dakikalık videosunu çeker, sonra da değerlendirmeye alırız. Bu esnada bazen beden dilinin hareketlerini yakalamakta zorlanıyoruz çünkü o kadar çok hamle var ki… Benim dışarıdan bir göz olarak yakalamakta zorlandığım bu hareketleri, özel hayatında birlikte olduğu kişiyle sürekli yaşayan bir partner var. Bunu kim bilir ne zaman beri deneyimliyor?... Beyin kötüyü, olumsuzu daha fazla irdeler.
İyi ve pozitif olanı zihnimizde daha az tutuyor, çabuk unutuyor veya derine inmiyoruz. Hatta kimi zaman bu yaklaşım engelleniyor, hayalperestlik, Pollyannacılık olarak bakılıyor… Tabii bir savunma mekanizmasına dönüştüğü yerler de var. Ama olumsuz durumlarda insan, ‘şöyle olur, böyle olur’ diye hızla sarmaya başlayabilir. Aşağılama negatif duygulanımı artırıyor ve bir süre sonra ilişkide olumlu bakış açısı kalmıyor. Bunun panzehiri ise takdir… Yine bizim kültürümüzde pek olmayan bir şey. Bizde ‘çocuk şımarır’ diye bir algı var mesela…Aslında çocuk şımarmaz, şımaran şey çocuk değil; o anlarda çocuğun eksik hissettiği, ihtiyacı olan bir durum söz konusu. Bizde ‘erkeklere, kadınlara şöyle davranmayın, yoksa başınıza çıkar’ gibi mitler var. Sanki birilerini mutlu etmenin, gururlandırmanın bizi suistimal edeceği bir alt metin mevcut. İlişkilerde karşımızdakini seviyoruz ama bunu söylemiyoruz, ‘anlasın’ diyoruz. Takdir ettiğimiz zamanlar ise genellikle süreçle ilgili değil, performans yani sonuçla ilgili. Hâlbuki tam tersi olmalı.”
Türkiye ve Japonya’da Atlılar Biraz Daha Fazla!
“Son atlımız ise duvar örmek… Fakat bu küsmeyle karıştırılabiliyor. Gottmanlar yaptıkları araştırmalar sırasında iki ülkede farklılık tespit ediyorlar: Birisi Türkiye, diğeri Japonya. Zaten birbirlerine benzeyen kültürler. Burada dört atlı değil, yedi atlı var! Yani Türklerin ilişkilerde yedi atlısı var. Bu sayıyı artıran ve diğer dört atlıya eklenenler ise küsmek, yatak ayırmak ve evden gitmek. Küsmek bizde başlı başına bir atlı… duvar örmek ile de bağlantılı değil. Nabzınız 90’ın üzerine çıktığında beyniniz ‘tehlikedesin’ mesajı verir. İlkel beyin bu anlarda, korunmak için kendini kapatma noktasına gelir. Ya donacak ya saldıracak ya da kaçacak… Bu anlarda sağlıklı düşünebilen bir halde değilizdir. Kendimize veya karşımızdakine uygun çözüm getiremeyeceğimiz bir noktadayızdır, zaten fizyolojimiz buna izin vermez; bilinen tabirle panik olma hali. Beynin o anlarda sakinleşmesi için en az 20 dakikaya ihtiyacı vardır, işte o anlar, çiftlerin dinamiklerine göre dinginleşme eylemleri olarak değerlendirilebilir. Duvar örme halinin panzehiri ‘kendini sakinleştirebilmek’tir. Çünkü duvar örmek kişilere biraz yok sayılmayı hissettirir ki insana verilecek en büyük cezalardan biri yok saymaktır. Kaldı ki hücre cezasını insan hakları noktasında da ruh sağlığı noktasında da kabul eden bir yerde değiliz. Çünkü gerçeklikten kopmamıza neden olur, yok saymak da bir nevi hücre cezasıdır. Bunun üzerine bir de bizim kültürümüzdeki küsmeler, yatak ayırmalar, evden gitmeler girdiğinde ilişkiler sağlıksızlaşıp kopma noktasına geliyor. Yatak ayırma bir çeşit cezalandırma yöntemidir, ‘sen beni üzdün, bende seninle arama mesafe koyuyorum’ mesajı verir. Ya da çiftler diyaloğa geçemedikleri zamanlarda bir iletişim mesajı verme halidir. ‘Yatağı ayırayım mesafe koyayım ki aramızda bir sorun olduğunu fark etsin gelsin benimle konuşsun.’ Halbuki tüm bunlara hiç gerek yoktur, partnerler sorunları konuşabilirler.
Mahşerin Dört Atlısı, Hristiyanlıkta kıyamet alameti olarak ortaya çıkacağına inanılan dört atlı için tanımlanan isim. İlişkilere entegre edilmesi ise John ve Julie Gottman tarafından gerçekleşmiş. John matematikçi, Julie ise klinik psikolog. İkili, önce kendi ilişkilerindeki sorunları çözmeye çalışırken, merakları neticesinde bir araştırma laboratuvarı kurmuşlar ve adına da “aşk laboratuvarı” demişler. Yıllarca bunu birçok ülke noktasında değerlendirerek, çiftleri izlemişler. Hem ilişkisinde problem yaşayanlara destek olmuş hem de “güçlü ilişki” var mı, yani; “bir yastıkta kocayın” tanımı veya masallarda anlatılanlar gerçek mi diye araştırmaya başlamışlar.
Bu süreçte çiftler üzerinde kapsamlı bir araştırma yapmışlar… Nabızlarını ölçüp, kalp ritimlerine, şeker-tansiyon oranlarına bakarak, beden dilini, jest ve mimikleri analiz etmişler. Çiftler tartışırken, birbirlerine “söylemedikleri” şeylerle nasıl bir mesaj verdiklerini belirlemeye çalışmışlar. Bunu bütün ilişki türlerinde -heteroseksüel, homoseksüel, açık ilişki- deneyimleyerek ortaya bir gerçeklik koymuşlar, adına da “mahşerin dört atlısı” demişler.
İşte O Atlılar:
Çocuk Gelişimi Uzmanı ve Aile Danışmanı Benan Özan, bu “dört atlı” ile ilgili bize geniş bilgiler verdi:
“Genellikle kavga etmek ilişkiyi yorar, çatışmayalım vs. denir. Halbuki, çatışma hayatın gerçeğidir ve üretmemizi de sağlayan bir döngüdür. Ergenlik dönemindeki bir gencin sağlıklı bir gelişim göstermesi açısından ailesiyle çatışabilmesini isteriz. Bir ergen çatışmak yerine, daha itaat noktasındaysa asıl o zaman sıkıntılı bir durumdur bizler için… Çatışmamak, işin yanlış bilinen fantezilerinden biri. Çatışmanın sıklığı veya yoğunluğu belirlemiyor ilişkinin güçlü olan tarafını, kişilerin ‘nasıl çatıştığı’ belirliyor. İlişkiyi kıyamete sürükleyen dört atlı var; bunlardan biri eleştiri. Her ne kadar kişisel gelişimin içerisinde veya yaşamda ‘hayatta pozitif eleştiriler de var’ denilse de bu aslında ilişki doğasında çok kabul edilebilir bir şey değil. Eleştirinin iyisi ve kötüsü yok; eleştiri, eleştiridir. Özellikle olumsuz bir duygulanım devreye girdiğinde en hızlı çalınan kapı orası. Bir mevzuyu çözmek için diyalog devreye girdiğinde, olumsuz duyguyu ortaya koymak isteyen partner, bunu eleştiri olarak gündeme getirebiliyor. Sen yapıyorsun, ediyorsun, dinlemiyorsun, şöylesin, böylesin diye kelimelerle biten söylemlerin hepsi bu bahsettiğimiz duruma dahil… Tabii bunun panzehiri de bulunuyor. Tüm ilişki türlerinde tespit edilen bu sorunların, nasıl olumlu bir hale dönüştürülebileceğinin çözümünü buluyoruz terapilerimizde. Bu tip durumlarda önemli olan ‘ben durumdan rahatsızım, senden değil’ halini aktarabilmek. Çözüm kişiden ziyade, durumla ilgili şikâyette bulunmak ve bunu yumuşak bir şekilde aktarmak. O zaman karşı taraf, ‘partnerimin rahatsız olduğu bir gerçeklik var, ben bu durumla nasıl ilgilenebilirim?’ noktasında konuyu algılayıp, değerlendirmeye başlıyor.
Bir diğer atılımız ise savunma…Eleştirinin geldiği yerde, otomatik olarak gelen bir diğer atlıdır. Ne kadar evrimleşsek de duygularımızla, tepkilerimizde ilkel tarafımızı da taşıyoruz. Bu tip durumlarda beyne tehlike mesajı gittiğinden, ilk yapılan şey savunmaya geçmek. ‘Sen böyle…böyle yapıyorsun’ dediğinizde, karşınızdaki kişi ‘ben öyle yapmıyorum… sen de böyle böyle yapıyorsun’ diyerek başka başka durumlardan şikayetlerini ortaya dökmeye başlar. Yapılan eleştiri, karşı tarafta ‘savunma atlısı’nı doğuruyor. Senin savunma atlın, beraberinde bana eleştiri atlısını getiriyor. Atlılar koşturuyor… Bunun panzehiri ise sorumluluk almak. Diyalogların sürebilmesi için çatışmaların yönetilebilmesi gerek. Bu döngünün içinde en küçük sorumluluğu dahi alarak geribildirim yapıldığında, karşı tarafta ‘beni duydu, anladı, sorumluluk aldı’ algısı oluşuyor. Bahsettiğimiz yaklaşım, konunun tüm yükünü üstlenmek, her şeyin sorumluluğunu almak değil; çatışma anında ‘sen bazı şeylerden rahatsız olmuşsun, bunu düşüneceğim, başka bir gün daha sakince konuşalım vs.’ gibi yaklaşımlarda bulunabilmek. Eğer süreç bu şekilde ilerlerse diyalog su gibi akıyor, çözümler bulunabiliyor. Aksi türlü, mevzular daha karmaşık bir hal alıyor.
Bir diğer atlı ise aşağılamak. Özellikle bizim kültürümüzde oldukça baskın olan ve çok zorlandığımız bir yaklaşım. Biz duygularımızı çok bastıran, içeride büyük büyük yaşayan ve bununla da övünen bir yapıya sahibiz. Duygularımızı serbest bırakmadığımız için aşağılamayı çok gizli, üzeri örtülü hamlelerle yapıyoruz. Aşağılamayı sözel olarak çok duyabileceğimiz gibi aslında daha çok gözlemlediğimiz; zor yakalanan ve ilişkide olan kişinin çok çabuk algılayıp, ne yapacağını bilemediği, yetersiz, çaresiz hissettiği ‘beden dili’ ile gelen aşağılama. Jest ve mimiklerin çok detayı var. Biz çiftlerin ilişkilerini değerlendirirken, tartışma anlarının 10 dakikalık videosunu çeker, sonra da değerlendirmeye alırız. Bu esnada bazen beden dilinin hareketlerini yakalamakta zorlanıyoruz çünkü o kadar çok hamle var ki… Benim dışarıdan bir göz olarak yakalamakta zorlandığım bu hareketleri, özel hayatında birlikte olduğu kişiyle sürekli yaşayan bir partner var. Bunu kim bilir ne zaman beri deneyimliyor?... Beyin kötüyü, olumsuzu daha fazla irdeler.
İyi ve pozitif olanı zihnimizde daha az tutuyor, çabuk unutuyor veya derine inmiyoruz. Hatta kimi zaman bu yaklaşım engelleniyor, hayalperestlik, Pollyannacılık olarak bakılıyor… Tabii bir savunma mekanizmasına dönüştüğü yerler de var. Ama olumsuz durumlarda insan, ‘şöyle olur, böyle olur’ diye hızla sarmaya başlayabilir. Aşağılama negatif duygulanımı artırıyor ve bir süre sonra ilişkide olumlu bakış açısı kalmıyor. Bunun panzehiri ise takdir… Yine bizim kültürümüzde pek olmayan bir şey. Bizde ‘çocuk şımarır’ diye bir algı var mesela…Aslında çocuk şımarmaz, şımaran şey çocuk değil; o anlarda çocuğun eksik hissettiği, ihtiyacı olan bir durum söz konusu. Bizde ‘erkeklere, kadınlara şöyle davranmayın, yoksa başınıza çıkar’ gibi mitler var. Sanki birilerini mutlu etmenin, gururlandırmanın bizi suistimal edeceği bir alt metin mevcut. İlişkilerde karşımızdakini seviyoruz ama bunu söylemiyoruz, ‘anlasın’ diyoruz. Takdir ettiğimiz zamanlar ise genellikle süreçle ilgili değil, performans yani sonuçla ilgili. Hâlbuki tam tersi olmalı.”
Türkiye ve Japonya’da Atlılar Biraz Daha Fazla!
“Son atlımız ise duvar örmek… Fakat bu küsmeyle karıştırılabiliyor. Gottmanlar yaptıkları araştırmalar sırasında iki ülkede farklılık tespit ediyorlar: Birisi Türkiye, diğeri Japonya. Zaten birbirlerine benzeyen kültürler. Burada dört atlı değil, yedi atlı var! Yani Türklerin ilişkilerde yedi atlısı var. Bu sayıyı artıran ve diğer dört atlıya eklenenler ise küsmek, yatak ayırmak ve evden gitmek. Küsmek bizde başlı başına bir atlı… duvar örmek ile de bağlantılı değil. Nabzınız 90’ın üzerine çıktığında beyniniz ‘tehlikedesin’ mesajı verir. İlkel beyin bu anlarda, korunmak için kendini kapatma noktasına gelir. Ya donacak ya saldıracak ya da kaçacak… Bu anlarda sağlıklı düşünebilen bir halde değilizdir. Kendimize veya karşımızdakine uygun çözüm getiremeyeceğimiz bir noktadayızdır, zaten fizyolojimiz buna izin vermez; bilinen tabirle panik olma hali. Beynin o anlarda sakinleşmesi için en az 20 dakikaya ihtiyacı vardır, işte o anlar, çiftlerin dinamiklerine göre dinginleşme eylemleri olarak değerlendirilebilir. Duvar örme halinin panzehiri ‘kendini sakinleştirebilmek’tir. Çünkü duvar örmek kişilere biraz yok sayılmayı hissettirir ki insana verilecek en büyük cezalardan biri yok saymaktır. Kaldı ki hücre cezasını insan hakları noktasında da ruh sağlığı noktasında da kabul eden bir yerde değiliz. Çünkü gerçeklikten kopmamıza neden olur, yok saymak da bir nevi hücre cezasıdır. Bunun üzerine bir de bizim kültürümüzdeki küsmeler, yatak ayırmalar, evden gitmeler girdiğinde ilişkiler sağlıksızlaşıp kopma noktasına geliyor. Yatak ayırma bir çeşit cezalandırma yöntemidir, ‘sen beni üzdün, bende seninle arama mesafe koyuyorum’ mesajı verir. Ya da çiftler diyaloğa geçemedikleri zamanlarda bir iletişim mesajı verme halidir. ‘Yatağı ayırayım mesafe koyayım ki aramızda bir sorun olduğunu fark etsin gelsin benimle konuşsun.’ Halbuki tüm bunlara hiç gerek yoktur, partnerler sorunları konuşabilirler.